0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

1. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

 

“Hüzünlü Bir Matem”

 

Şakaklarına şiirler okusam alnından dökülür heceleri,

Kaburgalarını kırsam kalbinden dökülür kemikleri,

Seni yaksam, önce bana sıçrar yangının alevi.

2005

 

Çocukluğu ölü bir beden gibi ceset torbasına kaldırılarak gömüleli bir ay olmuştu. Olduğu yeri bilmiyor, bilmenin yanından bile geçmiyordu. Burayı sevmiyordu, çünkü geceleri gökyüzüne bakarak yıldızları saymasına izin vermiyorlardı. Burayı sevmemesi için var olan onlarca sebepten biri de şuydu; babası yanında yoktu.

En uzak galaksi bile bu kadar kimsesiz hissedemezdi.

Temiz bir hayatı olmadığını beş yaşındaki aklıyla anlamıştı lakin daha fazlasını anlamak söz konusu olduğunda zihni ona zorluk çıkarıyordu. Gözleri, dünyadaki tüm yaşları içine biriktirmiş iki inci tanesiydi. Evet, babasına sorsa, gözlerindeki doluluğu böyle tarif ederdi.

Ağlarsa, çok ağlarsa, babası gelip onu buradan alır mıydı?

Bir an bunu düşündü ama bir sonuca varamadı. Hasta olmayı bekliyordu; çünkü o zaman babası hisseder ve gelirdi. Hareketsizlikten uyuşan parmaklarıyla burnuna baskı yaptı ve burnundaki doluluğun akmasına engel oldu. Galiba istediğini başararak hasta oluyordu.

Kül renkli gözlerini tavandaki karanlıktan uzaklaştırarak geniş, içinde birçok yatağı bulunan odaya çevirdi. Gördüğü en büyük odaydı burası ve burada ağlayacak kadar huzursuz hissediyordu.

Huzurla uyuyan oda arkadaşlarına memnuniyetsizce baktı. Kendisini yanlarına davet etmediği için onlara küstü. O bir mumsa bu kız çocukları da bu mumun yansımasıydı. Titrek yutkunuşu, kabzası çekilerek kurşunu sıkılmayan bir tabanca gibi genzinin üstüne çöktüğünde, yüzünü yastığa daha çok gömdü. O anda, duyduğuna büyüdüğünde pişman olacağı kısık bir ses döküldü kulaklarına.

Bekçi Hüseyin Amca’ydı.

Küçük kız, duyduğu sesin bu adama ait olduğunu fark ettiğinde gözlerini irice açtı. Başını yastığından kaldırarak doğruldu. Kirpiklerini kırpıştırarak gözlerinin aydınlığı kabul etmesini bekledi. Adam kapıyı açmış, kendisine bakıyordu.

“Safir,” diye seslendi, kırklı yaşlarının henüz başındaki Hüseyin amcası. “Küçük Safir, hadi buraya gel.”

Safir Mila Safkan.

O, buydu.

Yatağının ucundaki büyük terlikleri ayağına geçirerek kalktı. Hüseyin amcası, onu babasına götürecek olan tek kişiymiş, kendisine öyle demişti. Kızın beş yaşındaki zihni böyle bir yalana öyle muhtaçtı ki, duyduklarının gerçekliğini sorgulamayı reddediyordu. “Geliyorum,” dedi, büyük bir sevinçle. “Gitme, tamam mı Hüseyin amcacığım. Hemen geliyorum.”

Dile getirdiği cümleden hemen sonra parmak uçlarında yükselerek otuzlu yaşlarındaki[A1] [ET2]  adama doğru yürümeye başladı. Kız umutluydu, adam mutlu. Adamın düşünceleri yüz kızartıcı ve mide bulandırıcıydı. Safir koşturarak yurt bekçisinin yanına yanaştığında adam eğilerek kız ile aynı hizaya geldi ve Safir’in parmaklarına uzandı.

Adam, sanki tüm dünyanın kirini dudaklarında taşıyormuş gibi sararmış dişlerini göstererek güldüğünde, Safir heyecandan yerinde duramayarak konuştu. “Babama gidiyoruz değil mi Hüseyin amca? Canım babacığım. Hüseyin amca seni babamla tanıştırayım mı? Babamın hiç arkadaşı yok... O bana masal anlatıyor ama ona masal anlatacak kimsesi yok.”

“Sen istediklerimi yaparsan babanla tabii ki tanışırız benim küçük Safir’im.”

Safir Mila başını salladı. “Ne istersen yaparım.”

Kızın yumuşacık elini tutarken, kendileri için uygun bir yer arıyordu, Hüseyin Kanguru. Yetimhane sessiz, hüzünlü ve birazdan şahit olacağı şey için üzgündü. Gündüz vakitlerinde çocuk kahkahalarının şenlendirdiği koridoru yürürken, ikisi de sabırsızdı. Adam, kızı ve kendisini görecek herhangi birinin varlığına tahammül edemezdi, bu yüzden aceleciydi.

Bir oda seçti, kızı kapıya kadar sürükledi. Safir karanlıktan ürkerek Hüseyin amcasına sokuldu; kendisine yardım ve merhamet eden bu adamı sevmişti. Adamın sürüklediği yere, onun açtığı kapıdan içeriye girdi. Burası müdirenin odasıydı ve en karanlık işler en beklenmeyen yerlerde gerçekleşirdi.

Adam, kapıyı arkalarından kapattı.

Mila babasını göreceğine olan inancıyla odanın her köşesini aradı, hatta müdür Melahat Hanım’ın koltuğunun arkasına dahi saklanmış olabileceğini düşündü ve oraya baktı. Babasını orada da göremeyen Safir, kafasını koltuğun arkasından kaldırarak yurt bekçisine baktı. “Hüseyin amca, babamı burada bulamıyorum. Acaba yine mi saklandı? Geçen sefer öyle yapmıştı. Bir ipteydi, o gece onunla onun oyununu oynadık ama sabah kalktığımda babam saklanmıştı...” Gücenerek kollarını göğsünde kavuşturdu. “Onu özledim. Geceleri Tanrı’ya bildiğim tüm duaları okuyorum ama...”

“Safir, küçüğüm.” Adam keyifli gülümsemesini genişletti. “Hadi, amcanın yanına gel."

“Ben babamın yanını özledim!”

Adam sinirini bu gülümsemeyle bastırarak, oturduğu koltukta biraz daha gevşedi. “Yanıma gelmezsen seni babana götüremem Safir.”

Safir durdu. Babasının yanına gider, onunla oynardı ve Hüseyin amcasının yanına da oturabilirdi tabii ki. Bu yüzden parmak uçlarında koşarak amcasının yanına yanaştı. “Hüseyin amcacığım, babamın da yanına böyle koşardım. Otururdum, hikâye…”

“Sus artık!”

“Pe... Peki.”

Hüseyin, kızın ona olan itaati karşısında keyiflendi ve kız çocuğunu yanına biraz daha yerleştirdi. “Aferin sana,” dedi. “Şimdi amcana bir öpücük verir misin?”

“Hayır, babam küser.” Göz pınarları, gözyaşlarının istilasına uğradı. “Hüseyin amca, başka bir şey istesen olmaz mı? Hem... Hem babamı küstüremem ki ben.”

“Olmaz.” Adamın itirazı kızı ağlamaya itti. “Beni öpmeni istiyorum. Hadi ama benim küçük Safir’im.” Kızın saçlarını, iyi niyet barındırmayan bir hisle okşadı. “Hem baban kızmaz. Amca, baba yarısı demektir. Babanı öpmüş gibi olursun.”

Safir bir an duraksayıp gözlerini kırptı. “Gerçekten mi?”

“Ne sandın ya? Gerçekten.”

Safir yaklaşarak tıpkı babasını öptüğü gibi öptü ve adamdan uzaklaştı. “Hadi, bak öptüm. Çağır babamı gelsin.”

Adam oldukça heyecanlı bir şekilde gerindi ve hiçbir şeyden haberi olmayan kız çocuğunu kollarına sardı. Adam, kızın babasını defalarca kez sorduğunu duydu, onu taciz ettiğinin farkındaydı ama kız bunu fark edene kadar bu kızdan yararlanacaktı. Yani önünde uzun yıllar vardı, bu düşünceyle daha da keyiflendi ve ağlayan kızın saçlarını eliyle taradı.

Safir, kendinden habersizce verdiği ağlamama mücadelesini kaybetti. “Ama babam...”

“Sen uyu Safir. Uyandığında, baban burada olacak.”

Bir isim ancak bu kadar güzel kirletilebilirdi.

“Büyüdüğünde yüzümü hatırlamanı istiyorum Safir.” Kızın mırıltılar eşliğinde konuştuğunu duydu. “Şimdi senin için bir amcayım ama ilerisi için karanlığım. Uyu Safir.”

🌙

2021

 

Ruhumu bir ameliyat masası üstüne bırakmamın ve tüm organlarımı, içimde hastalık gibi büyütmeye başlamamın üzerinden on altı yıl geçmişti. Ve elimde huzursuz ruhumdan başka hiçbir şeyim kalmamıştı.

Kâbusumdan sıçrayarak uyandığımda, gördüğüm ilk şey bembeyaz tavan olmuştu. Ayak ve el parmaklarım çarşafı kuvvetle sıkıyor, göğsüm çenemin hizasına dek yükseliyordu. Yanaklarım ıslaktı. Görüntüler kopuk kopuktu. Acıyan tırnaklarımı çarşaftan ayırdım ve ellerimle ıslak kirpiklerimi kuruladım. Güvendeydim ama korkmaya devam ediyordum. Hava aydınlanmıştı ama gökyüzü, pencere camından gördüğüm kadarıyla buruk ve kasvetliydi.

Yattığım yerden doğrulduktan sonra dizlerimi kendime çektim ve duvarın dibine kadar geriledim. Seğiren çenemi dizimin üstüne yasladım, ellerimi bedenime sarmak ve kendimi tüm pislikten uzaklaştırmak istiyordum. “Ayudame,” diye fısıldadım usulca. “Dios ayudame.[1]

On sekiz yaşıma kadarki yurt maceramdan sonra arkadaşımla sevgilisinin evinde yaşamaya başlamıştım. Arkadaşım, benimle aynı yetimhanede kalmış fakat benden bir yıl önce çıkmıştı. Bu sırada irtibatımız hiç kesilmediği için yetimhaneden çıktığımda, beni sevgilisiyle yaşadığı eve getirmişti. Fakat sevgilisi beni evinde istemiyordu. İşte, ben de sadece Galip’in evde olmadığı gecelerde onların evinde kalabiliyordum.

Kesinlikle bir evden fazlasıydı.

Bir villaydı.

“Safir.”

İşte, arkadaşım da ismimi çağıran bu kızdan başkası değildi.

Gazel.

Sadece Gazel. Çünkü yetimhaneye bırakıldığında bir kimliği yoktu, bu ismi de ona yurt görevlileri vermişti. Aslında geçici soyadı takmışlardı ama o sadece Gazel’di işte.

Onun hiç beklenmeyen dokunuşunu omzumda hissettiğimde sıçradım. Yatağından doğrulmuş, mavi gözleriyle bana bakıyor ve beni korkuttuğu için pişman görünüyordu. “Günaydın Gazel.”

“Safir.” Endişeyle bakıyordu. “Affedersin. Korkutmak istememiştim. Su getireyim mi?”

Yüzümün sarardığını tahmin ettim. “Sadece sessizliğe alışmıştım,” dedim, sesimi bulabildiğimde. “Bir anda sesini duyduğum için ürktüm. Telaşlanma, bir şeyim yok.”

Buruk bir şekilde güldü. “Sen zaten ne zaman bir şeyim var dedin ki, Mila?” Kumral saçlarını kulağının arkasına ittirdi. “Senin hiç bir şeyin yok ama hep kederlisin. Küçülmüş, incinmiş, sanki yok olmayı istermiş gibi...” Bir an duraksadı. “Bana ne zaman anlatacaksın?”

Kimse bilemeyecek. Kimseye söyleme küçük Safir. Kimse bir kimsesize yardım edemez.

Gözlerimi kaçırarak beceriksizce gülümsedim. “Yetimhanedeki her çocuk kâbus görüyordu Gazel. Biliyorsun, hepsi zaman zaman ağlardı.”

“Sen ağlamıyorsun,” dedi. “Sen içini bırakıyorsun. Sanki şey... Bir masadasın, açık kalp ameliyatı oluyorsun ve gözlerin açık, acıyı hissediyorsun.”

“Her yetimhane çocuğu gibi onarılmayacak yaralarım var,” dedim. “Fakat, ben biraz da fazla hassas olduğum için daha fazla etkileniyorum. Sahi, sen çok mu iyi ve mutlusun Gazel?”

Gazel oval yüz hattında belirgin bir kabartı olan dudaklarına, samimiyetten uzak bir tebessüm kondurdu. “Ben iyiyim Safir. Senden daha iyiyim. En azından bir evim var, sevgilim var. Birazcık da olsa sevgiyi tadabiliyorum. Baksana canımın köşesi, biz niye sabahın bu saatinde bol kalorili bir kahvaltı yapmak yerine bunları konuşuyoruz ki?”

“Galip gelecekti. Beni burada görürse yine sana kızar,” dedim, üstümdeki yorganı usulca bıraktım ve yer yatağından kalktım. “Ben gideyim, dışarıda bir şeyler atıştırırım Gazel.”

Gazel, “Galip akşama doğru gelecek,” diyerek elleriyle omuzlarıma baskı uygulayarak beni kalktığım yere oturttu. “Sağlıklı bir kahvaltı yapman şart, hem sana çikolatalı süt yaparım.”

Öyleyse kalmamda bir sorun yoktu. “Peki,” diyerek kabullendim, midemdeki açlık isyanını belli etmeyerek. “Ama benim için zahmete girme. Ne olsa yerim.”

“Bilmem mi,” dedi oturduğu yuvarlak yataktan kalkarken. “Hiç seçici değilsin.”

“Böyle bir lüksüm yok Gazel.”

Gazel’in yanında kalmadığım günler cami avlusunda kalır, bulduğum her şeyi de ayırt etmeden yerdim. Haftanın dört beş günü Gazel’le kalıyorsam bir iki günü cami avlusunda kalıyordum. Gazel, sözlerimi duyduğunda bana sevgi dolu bir bakış attı. “Elimde olsa sana her şeyimi verirdim Safir.”

“Senin de bir şeyin yok Gazel.”

Bir an duraksadı. “Doğru, ben dahil bu evdeki her şey Galip’in. O olmasa kalacak yerim olmayacaktı.”

Omuzlarından aşağıya doğru dökülen dalgalı saçlarına baktım. “Galip’e hissettiğin minnet yüzünden onunla olmak zorunda değilsin.”

“Mila… İnsanlar, karşılıksız günahlarını bile vermiyorlar. Galip bana istediğim hayatı veriyor, ben de ona kendimi. Sonuç olarak ikimiz de bundan memnunuz.”

“Ama o adam otuz beş yaşında.”

“Sonuçta reşitim.”

“Peki ya bir gün âşık olursan Gazel? O zaman Galip’in istediği kadın olmaya devam edecek misin?”

“Unuttun mu?” dedi dalga geçer gibi. “Biz yetimhane gülüyüz. Kimse sevmez bizi.”

“Işığımızı söndürdüler,” dedim yavaşça ve hemen sesini duydum. “Karanlığımızdan şikâyetçiler.”

Parmaklarımı kavuştururken Gazel’in kendisi ve benim için kıyafet seçtiğini gördüm. Kaldığımız oda geniş, sadeydi. Dolap kıyafeti içerisine Gazel için onlarca kıyafet dizilmişti, bu bakımdan şanslıydı. Gazel’in yanında kaldığımda hep yer yatağı serer, aynı odada ama ayrı yerlerde yatardık. Benim için seçtiği kıyafetleri elime tutuştururken, “Duş al,” dedi, tatlıca gülümseyerek. “Bugün senin için çok özel bir gün.”

Kalbimi heyecanlandıran tek şeyden bahsediyordu. Hayattaki tek tutkum, amacım, uğruna kanımın son damlasına dek savaşacağım tek eylem. Dans. Heyecanla verdiği elbiselere sarıldım. “Başaracağım değil mi Gazel?”

“Benim canımın köşesi.” Ellerimi sıkı sıkıya tuttu. “Sen dans ederken ne kadar muazzam göründüğünü asla bilmiyorsun. Bir erkek seni dans ederken görüyorsa, vay onun haline.”

Kızmış gibi yaptım. “Sersem.”

Beni banyoya yolladığında, o da diğer banyoya girmişti. Odadan çıktığımda beni geniş bir koridor karşılıyordu. Koridorun sağ ve sol cephesinde birçok oda bulunuyordu ve evdeki ikinci banyo, sağ cephenin sonundaydı. Oraya yürüyerek kapıyı açtım ve kendimi içeriye attım.

Kapıyı kilitledim, çıplak kaldığım hiçbir yerde güvende hissetmiyordum. Doğrusu ben, çıplak kalmayı da sevmiyordum. Banyo yaparken iç çamaşırlarım üstümde kalırdı. Çıplak kalmaktan, mahrem bölgelerimdeki yaralarımı görmekten utanıyordum.

Suyun sıcaklığını ayarlayarak kabinin içine girdim. Sıcak suyu her zaman bulamıyordum, bu yüzden kendimi iyice yıkadım. Dışarıya çıkıp lavabo tezgâhı üstüne bıraktığım kıyafetlerin yanına yürüdüğümde Gazel’in yine düşünceli davranarak benim için yepyeni iç çamaşırları seçtiğini gördüm. Bu konularda ne kadar hassas olduğumu bilirdi. Vücudumu saran siyah bluzun altına yüksek bel, bol paça bir pantolon geçirdim ve el havlusuyla saçlarımı kurularken göz ucuyla aynaya baktım.

Kalın, koyu renkli kaşlarımın arasındaki minik dikiş izi yüzümde dikkatimi çeken ilk ayrıntı oldu. Aynaya yaklaşıp burnuma ve yanaklarıma dağılmış duran çillerime baktım, onları sevmiyor değildim. Böyle yakından bakınca gözlerimin griliği de daha belli oluyordu.

Kendinden dalgalı, ince telli ve arasına koyu sarı tutamların düştüğü kahverengi saçlarımı kuruttuktan ve sebep olduğum dağınıklığı topladıktan sonra kendimi dışarıya attım. Bu evde kendimi yabancı hissediyordum. Çekingen adımlarla dar, ahşap merdivenleri indiğimde Galip’in döşediği iç karartıcı salonla karşılaştım.

Galip kaba bir adamdı.

Kaba insanlardan hoşlanmıyordum.

“Safir, kahvaltı hazır.”

Parmaklarımı kotun arka ceplerine sokuşturarak merdivenlerin bitişiğindeki mutfağa yürüdüm. Geniş, balkonu yeşil bahçeye açılan bir mutfaktı ve tasarımında bordo renkler hâkimdi. Açık balkon kapısından içeriye süzülen soğuk hava çıplak ayaklarımı üşütmüştü. Orta alandaki yemek tezgâhına yürüyerek çektiğim bar taburesine oturdum. “Saat kaçta salonda olacaksın?”

Kalbim, bir yetişkin değil de bir çocuğun kalbi gibi çırpındı. “Seçmeler öğleden sonra üçte başlayacak.”

Bileğine geçirdiği gümüş saatine göz attı. “Seni ben bırakırım.”

Sanki ne yapıyorsa mahcup olayım diye yapıyordu. “Yürüyerek giderim. İki gibi çıksam yetişirim.”

“Kendine kıymet ver,” dedi, azarlayan bir ses tonuyla. “Hem ben geleceğe yatırım yapıyorum. Sen mükemmel bir dansçı olup iyi para kaldıracaksın. Galip bana tekmeyi basarsa senden faydalanacağım.”

Tatlı gülümsemesine karşılık vermek adına hiçbir şey yapamadığımı acıyla fark ettim. “Galip seni önemsiyor.”

“Ona itaat ettiğim sürece.”

İlişkileri hakkında çok yorum yapmazdım ama Gazel’in sahte bir mutluluk takındığını görebiliyordum. Kimsesiz olmayı istemediği için Galip ile birlikteydi ama sevgi bekleyen kalbi için o doğru kişi değildi.

Gazel’in gireceğim seçmeler hakkında konuştuğu, benim sessizce onu dinlediğim bir kahvaltı yapmıştık. Çikolatalı sütü severdim, hatta bir bardak daha içmeyi istemiştim ama kendimi engellemeyi başarmıştım. Ona yardımcı olarak granit tezgâh üstündeki kalabalığı toparladım. Gazel de bulaşıkları makineye dizdiğinde mutfaktaki işlerimizi bitirmiştik. Tam mutfaktan çıkmak üzere hareketlenmiştik ki sokak kapısından duyulan anahtarın sesini işitip durduk. Tanıdık ses yükseldi kulaklarımıza. “Gazel, evde misin?”

İşte bu beklenmedikti. Galip beni burada görmekten hiç hoşlanmayacak, bunu kırıcı sözleriyle sarf etmekten de geri durmayacaktı. Stresle gözlerimi Gazel’e çevirdim. Tedirgindi, ne yapacağını bilemeyerek durumu toparlamaya çalışacaktı ve ben onu arada bırakmak istemiyordum. “Hani akşam gelecekti?”

“Bana öyle söylemişti,” dedi, sıkıntısını gizlemeyerek. “Sürpriz yapmak istedi sanırım. Onu yumuşatabilirim, endişelenme.”

Galip mutfağa girmeden Gazel mutfağın kapısını kapatarak salona girdi. İnsanlar beni istemiyordu ve ben kendini bilmez bir geri zekâlı gibi onların kapısını eşeliyordum. Bir takırtı daha yükseldi, hemen sonra, “Lütfen kısık sesle konuş,” dediğini duydum Gazel’in. “Zaten bugün gidecek, onu kırmanı istemiyorum Galip.”

Galip’in kişiliğine çokça uygun olan kaba bağırtısını işittim. “Onu evimin sınırları içinde istemediğimi defalarca kez dile getirmiştim. Beni alakadar eden sensin Gazel, onu beslemek istemiyorum!”

Annen bile beslemedi seni diye fısıldadı iç sesim, neden bir başka yabancı beslesin ki?  İç sesimin haklılığı karşısında tüm kırgınlıklarım susmalı, Galip’e hak vermeliydi. Neden ekmeğini ve evini benimle paylaşacaktı ki? İnsanlık için, dedi bir diğer kimsesizliğim.

Gazel’in daha yumuşak bir tavırla konuşarak onu ikna etme çabasına girdiğini işittim. “Galip, sevgilim sen kötü bir adam değilsin.” Sulu bir öpücük sesi yankılandı kulaklarımda. “Arkadaşıma yardımcı olmanı istiyorum. Hem neden onu görmeyi istemediğini anlamıyorum.”

“Neden isteyeyim?” dedi. “Ne idüğü belirsiz kızın teki. Zaten beni görünce öcü görmüş gibi oluyor, konuşmayı bile beceremiyor...” Aşağılar gibi güldü. “Ve kokuyor!”

Cidden mi?

Haftada iki kere banyo yaptığım ve zamanımın çoğunu dışarıda geçirdiğim düşünülürse oldukça haklıydı. Yanaklarımın kızardığını hissederek,başımı arkaya yatırdım ve gözyaşlarımı geriye ittirdim.

Gazel onu ikna etmeye devam ederken, “O dünya iyisi bir kız,” dedi, onu inandırmaya yemin etmiş gibi çırpınarak. “Ben onu buraya getiriyorum, onun bir talebi yok.”

Sesler biraz uzaklaştı, üst kata çıkıyor olmalılardı. “Umurumda değil gazel, ben yetimhane değilim. Yolla gitsin.”

“Çok kırıcısın!”

Seslerin artık kulağıma gelmediğini fark ettiğimde tuttuğum nefesi bıraktım ve kapıya uzandım. Bu fırsatı değerlendirmeli ve buradan uzaklaşmalıydım. Kendimi mutfaktan dışarıya attığımda, kalbim oldukça kırgındı.

Omuzlarım düşmüş bir halde sokak kapısını açtığımda, yukarıdan kırılan bir şeylerin sesini duydum. Gazel’e benim yüzümden zarar verirse vicdan azabından geberebilirdim. Villanın ağır, demir kapısına doğru yürümeden önce bir hayli eski olan ayakkabılarımı giymiştim. Spor çantama baktım. Eşyalarımı Gazel’in evinde, bu çantada saklardım. Çantanın içindeki daha küçük çantama ihtiyacım olanları koydum. Büyük çanta şimdilik burada kalacaktı.

Doğrudan seçmelerin olacağı adrese gitmeli, kıyafetlerimi giymeli ve dans etmeliydim. Bahçe kapısının kilidini kaldırdığım anda, “Safir,” dedi Gazel, soluk soluğa. “Dur, bekle.”

Kendim için değil, onun nasıl olduğunu görmek için omzumun üstünden arkama döndüm. Yanıma koşuyordu ve Galip merdivenlerin önünde, koyu bir öfkeyle ona bakıyordu. Yanıma vardığında elinde tuttuğupudra pembe rengindeki pointleri bana uzattı. “Benim var,” dedim ince bir sesle. “Teşekkür ederim ama alamam.”

Gazel bana yalvaran gözlerle baktı. “O pointler artık ayaklarını acıtıyor,” dedi, hissettiği burukluğu saklayamadan. “Hem yırtıldılar. Bugün senin için özel bir gün, bu pabuçlar sana yardımcı olacaktır.”

“Gazel, hemen buraya gel!”

Sesinin şiddetinden ürkerek gerilerken, “Yok,” dedim hızlıca, bu adam beni korkutuyordu. “Benimkiler yırtık ama benim. Ben aldım. Kimsenin parasıyla değil, kendi paramla aldım...” Ona arkamı döndüm. “Ben besleme değilim, neden alayım ki? Gerçekten değilim. Kimsenin parasını istemiyorum. Kendime yeterim.”

Orayı nasıl terk ettiğimi bilmiyordum. Omzumdaki çantayla o kadar hızlı yürüdüm ki, sokağın köşesini döndüğümde yavaşlamak zorunda kaldım. Elimi göğsüme yaslayarak bir kez daha tekrar ettim. “Ben besleme değilim.”

Sakin olmalıydım. Bugün seçmelere girecektim. Aklımı toplamalı, kendimi dansa vermeliydim. Adresi biliyordum ama oraya yürüyerek gitme konusunda bir daha düşünmeliydim. Kıyafetlerim de çantamın içindeydi, onları giymek de epey vaktimi alacaktı.

En yakın metrobüs durağına yürüdükten sonra gideceğim yerden geçen metroya bindim ve kalabalık içinde derin nefesler almaya çalıştım. Kendimi, çantamı, bozuk telefonumu bile korumalıydım. Yabancı erkeklerle aynı ortamda olmaya dayanamıyordum, nefes alıp verişlerini duymak bile beni rahatsız ediyordu.

Metrodan indiğim an ellerimle yüzümü yelledim ve etrafa bakındım. Seçmelerin yapılacağı konservatuar salonu burada, az ilerideki tarihi mekânın içindeydi ve etraf biraz kalabalıktı. İçerinin de kalabalık olduğuna emindim.

Hepsi eğitimliydi.

Ben yalnızca ortaokul ve lisede, tiyatro kolunda aldığım kısa süreli eğitimlere sahiptim ama yetenekli olduğumu biliyordum.

Telefonumun çaldığını fark ettiğimde, dalgın gözlerimi kırpıştırarak çantama uzandım. Küçük ekranda yalnızca bir cümlelik isim yazıyordu: Annemin Doktoru. Beni yine çağıracaktı ama ben bugün o zindana giremezdim. Bu yüzden aramayı reddettim ve telefonu cebime tıkıştırdım.

Tekrar geleceğime baktım.

Önümde dikiliyordu.

Heyecanla titreyen ellerimi çenemin altında birleştirerek gözlerimi yumdum. Eğer dünyaya bir şeyleri gerçekleştirmek için geliyorsak ben dans etmek için gelmiş olmalıydım. Sadece dans etmek istiyordum. Yeteneğimin keşfedilmeye ihtiyacı vardı. Sönen ışıklarımın parlamasını istiyordum.

Bakın, demek istiyordum. Beni de tamamlayan şeyler var. Benim de yapabildiğim şeyler var.

Dans edebiliyorum.

Gözlerimi tekrar araladığımda savaşmak için çırpınan o kimliğime güvendim ve mekâna doğru yürüdüm. Bu bir şirketin verdiği burs seçmesiydi, şirket aramızdan seçeceği bir kişiye burs imkânı verecek ve onu müzikale çıkaracaktı. Bu şekilde kendi reklamını da sağlamış olacaktı. Geçtiğimiz ay, bir kafede çalıştığım sırada bu seçmeden haberim olmuştu. Doğrusu o kafede de üç günden fazla çalışamamıştım, erkeklerle konuşurken çekingen davrandığımı fark eden patronum müşterilere karşı yeterince güler yüz göstermediğim gerekçesiyle beni kovmuştu.

Mekânın arka bahçesine yürüdüm. Gözden uzak bir bank seçerek oraya oturdum. Çantamın büyük gözünü açarak krem renkli bale ayakkabılarımı çıkardım, yırtıklarının dikilmeye ihtiyacı vardı. Bacaklarımı kendime toplayarak bankta bağdaş kurdum, iğne ve ipliği de çıkararak nasıl dikebileceğimi düşündüm. Sağlam ama özenle dikmeliydim.

Ayakkabıyı parmaklarımın arasında dengeleyip diğer elimin parmaklarıyla tabandaki yırtığı dikmeye başladım. Küçük bir yırtıktı, halledebilirdim. Gözlerimi kısarak tüm dikkatimi işime verdim, özenli davrandığım için ağırdan alıyordum. Dansıma, pabuçlarıma, yapabileceklerime öyle çok dalmıştım ki, etrafımda gelişen hiçbir şeyi farkında değildim.

Özenli dikişlerimin üzerinde bir tur daha atarak sağlamlaştırdığımda, dudaklarımda çok içten bir tebessüm filizlendi. Elbette başarabilirdim, çünkü hırsım vardı. Heyecanlı tebessümün yanaklarıma yayılırken dikişin üstüne bir ilmek attım, ikinci ilmeği atarken iğne parmağıma battı.

Ani gelen acının dengesizleştirdiği parmaklarım iğneyi kucağıma düşürdüğünde, ıslığı andıran bir inilti dökerek gözlerimi yumdum. O sırada güneşin gölgelendiğini, hafif bir karartının göz kapaklarımda ağırlık yaptığını hissettim.

Dudaklarım usulca aralanırken, elimi alnıma siper ederek göz kapaklarımı kaldırdım. Elimin alnımdaki varlığı dolayısıyla ve güneşin yaptığı gölge sebebiyle karşımdaki silueti tam olarak görememiştim. Siyah, güneş ışınları sayesinde parlayan gömlek ve gömleğin üzerindeki şık kesim ceket bir erkeğe aitti. Yakasından gevşemiş, belki sıkıntıyla çözülmüş bir kravat ceketin ön cebine yerleştirilmişti.

Çekingen bakışlarım daha fazlasını görmekle ilgilenmeyerek kucağıma düştüğünde, adamın kombinini kumaş bir pantolonla tamamladığını görmüştüm. O da tıpkı benim gibi hafifçe eğildiğinde, bir an banktan kaçacağım sandım ama yabancı benden önce davranarak bir mendili avucuma bıraktı. Donmuş, kasılmış, kilitlenmiştim. Aksi halde bir erkeğin bana dokunmasına izin veremez, buna tahammül edemezdim.

Nefesimi tutmuş halde, göğsümde toparlanan endişeyle adamın parmaklarını benden uzaklaştırmasını izledim. Tamamen benden uzaklaştığında, bedeni de doğruldu ve ne olduğunu anlayamadığım o kısa an içinde karşımdan çekilerek güneşin tenime uzanmasına izin verdi.

“O pabuçlar iş görmez.”

Sesini yüzünden önce tanıdım.

Kırpıştırdığım gözlerimle mendildeki kan lekesine bakarken, kelimeleri uzaktan işitir gibi oldum. Zikrettiği şey, sabahtan şimdiye kadar üst üste, bir domino taşı gibi dizdiğim umutlarımı bir anda yıkmıştı. Umutların yere dağılırken oluşturduğu sesten değil, o sesin bir benzerini yükselten kalbimden korktum. Kırılmıştı.

Sinirle dudaklarımı ezerken, “Keşke beni izlesen ve neler yapabileceğimi görsen,” diye fısıldadım, kalp kırıklığımla. “Keşke.”

Eşyalarımı aceleyle toplayarak çantamın içine tıkıştırırken ofladım. Hazırlanmak için mekânın ön bahçesine yürüdüm ve kalabalığı aşarak merdivenleri tırmandım. Kalabalıkta bir görevliyi bulup hazırlanmam için gerekli olan odayı sordum. . Yönlendirdiği yere varana kadar heyecanlı fısıltıları duydum. Hazırlanmak için ayrılan odaya girdiğimde benim gibi dokuz kız daha gördüm. Kapıyı açtığım ilk an hepsi başlarını kaldırarak aynı anda bana baktılar. Hepsinde güzellik, ışıltı ve özgüven gördüm.

Kapıyı kapatarak içeriye girdiğimde kızlardan birisi bana döndü. “Safir sensin demek?”

“Öyle olmalı,” diyerek saçmaladım ve güldüklerini işitirken devam ettim. “Yani, evet. Safir benim. Safir Mila Safkan.”

Oda oldukça büyük ve konforluydu. Yan yana dizilmiş dolapların önünde kızlar vardı ve çoğu, kısa zamanda birbirleriyle kaynaşmış gibiydi. Dolap üstlerinde isimlerimiz yazılıydı ve benim dolabım kapıya en uzak mesafedeydi. Onların bakışları altında dolabımın önüne yürüdüm ve bunu yaparken çantamı omzumdan düşürerek elime aldım.

“Sen kaç yaşındasın?” dedi, kalçasını kıvırarak kabinlerin önüne yürüyen sarışın. “Son ona kalmayı nasıl başardın?”

Çantamın gözlerinden birini açarken, “Yirmi bir yaşındayım,” diye cevapladım. “Ve sen nasıl kalmayı başardıysan ben de öyle başardım.”

Hepsi birbiriyle konuşuyor, ara ara bize göz dikiyordu. “Hangi okuldan mezunsun? Dersi Amerika’da mı aldın yoksa...” kızlarla bakıştıktan kısa bir süre sonra sevimsizce kıkırdadı. “Yetimhaneden mi?”

Geçmişim sürekli önüme çıkmaktan vazgeçmeyecek gibiydi. Çantanın içindeki kıyafetlerimi alarak doğruldum. “Sen nereden aldın?” dedim sakin bir sesle. “Sanırım takas yapmışsınız. Onlar senden beynini almış, sen onlardan ders...” Sesler bıçak gibi kesildi. “İçi boş kafanı gözümün önünden uzaklaştırır mısın?”

Kısa bir sessizlik.

Onları şaşkınlıklarıyla bir arada bırakarak boş kabinlerden birine girdiğimde, düşen omuzlarımın sebep olduğu acizliği görenin bir tek ben olduğunu bilmek iyiydi. Kabul, incinmiştim ama göründüğümden de fazlasıydım.

Dürtülmedikçe sokmazdım.

İlk olarak mayomu giydim, sade ama iş görür gibi parçaydı. Askılı ipleri ensemde bağlanan, bacaklarımı ve kollarımı sergileyen mayo açık pembe rengindeydi. Bacaklarıma yine aynı renklerde bir çorap giydim ve üstüne beyaz tülü eteğimi geçirdim. Kombinim, ayakkabılarımı giydiğimde tamamlanacaktı. Omuzlarımın üç parmak altına uzanan saçlarımı taradıktan sonra ensemde, özenli bir topuz yaptım. Bu, dans sırasında kolaylık sağlayacaktı.

Döndüm ve aynaya baktım.

Üç yıldır hep aynı kıyafet içindeki Safir’i görmek beni dahi sıkmıştı. Sade ama toplu görünüyordum. Yüzümü canlandırmak için rujuma uzandım, pembe tonlarındaki ruju dudaklarıma sürdüm. Takma kirpik taktım, olduğumdan biraz daha iyi görünmeliydim. Saçımı topladığım lastiğin üstüne, ucunda tüyümsü fazlalığı olan aksesuarı taktım. Şimdi biraz daha renkli görünüyordum. “Işığımı söndürdüler,” diye fısıldadım, sessiz bir isyanla. “Ama yeniden parlamak istiyorum. Parıltımdan kör olsunlar istiyorum. Lütfen, lütfen, lüt...”

“Çık artık. Biz de giyineceğiz.”

Sabırla soludum. Kapıyı sessizce aralayarak dışarı çıktığımda, az önceki kız omzuma çarparak çıktığım kabine girdi ve kapıyı gürültüyle örterken bağırdı. “İki saattir hazırlanıyorsun ama bir yetimhane gülünden öteye gidememişsin. Neyse ki rakiplerimin sayısı azaldı.”

Bomboş gözlerle kapıya baktım. Birkaç kız kıkırdarken birkaç kız sessiz kaldı, en azından hepsi dalga geçmiyordu. Bununla yetinmeli miydim? Dolabıma ilerledim ve çantamı geniş dolabın içine koyarak kilitledim. Hepsinin benden çok daha özenli, güzel ve ışıltılı göründüğünü bilirken, kazanacağıma olan inancımı nasıl sürdürebilirdim ki?

Olduğum yere çömerek pointlerimi ince çorabımın üstüne geçirdim ve ince, zarif bağcıklarını bileğimde çapraz bir şekilde bağladım. Tamamen hazırdım. Doğrularak karşımdaki aynadan bir kez daha kendime göz attım. İç sesimle olan savaşımı sürdürürken, beyaz bale kıyafetinin içinde bir kuğu gibi süzülen esmer kızın sesini işittim. “Hangisinin daha çok heyecanlandırdığını bilemiyorum,” diyordu, hayran hayran etrafında dönerken. “Bale yapacak olmak mı yoksa böyle biri tarafından izlenilmek mi?”

Pointleri küçük ayaklarına giymekte olan bir diğer kız yarım ağız gülerek, “Bizi seçecek olanın o olması çok heyecan verici,” dedi iç çekerek. “Kuğu gibi süzüleceğim ve kesinlikle o herifin dibi düşecek. Hadi ama kızlar, bu işte hiç şansınız yok.”

Daha sessiz olan kızlardan birisi göz ucuyla onlara baktı. “Neden bahsediyorsunuz acaba?”

Esmer kız gözlerini çevirdi. “Tabii ki de İstanbul’un en gözde bekar damat adayından bahsediyoruz...” küçük burnunu kıvırdı. “İstanbul’un mu? Hayır! Ülke sınırları içerisindeki en hoş damat adayından bahsediyorum.”

Diğer kız onu destekledi. “Evet, dans seçmeleri düzenleyen babasının kurumuydu fakat bugün işi devralmış küçük bey.”

“Küçük mü?” dedi esmer kız, tekrar devreye girerek. “Yirmi sekiz yaşında.  Harika okullarda okumuş...” durdu. “Biliyor musunuz boş zamanlarında en çok ne yaparmış?”

Kız resmen adamın otopsisini çıkarmıştı, ayakta alkışlanacak bir performanstı doğrusu. Diğer kızların hepsi ortaya bir seçenek attı.

“Golf?”

“Seyahat?”

“Seks?”

Esmer hatun duvarları çınlatan bir kahkaha attı. “Heykel!”

Bu benim için bile beklenmedikti. Kızların hepsi gülüşerek gizemli adam hakkında biraz da edepsiz şeyler konuşmaya başladıklarına onları dinlemeye son verdim. Dip boyası gelen sarışın kabinden çıkmış, içinde parladığı kıyafetiyle ortada süzülmüş ve üstünlüğünü gözümün içine sokmuştu. Gözlerimi yere indirerek pointlerimdeki dikişlere baktım ve onların beni bu yüzden aşağılamasına dayanamayacağıma karar vererek diğer ayağımla o dikişleri sakladım.

Evet, hayat bana karşı herkese olduğundan biraz daha acımasızdı.

Giyinme odasının kapısı tıklatılıp aralandığında, kalabalığın uğultusu kulaklarımızı doldurdu. İçeriye giren yetkili kadın hepimize göz gezdirdi. “Birkaç dakika sonra sahneniz başlayacak hanımlar,” dedi. “Ebru, ilk sahne senin. Biliyorsunuz, bu sizin için oldukça önemli ama endişe etmeyin. Sizler zaten dansı seven kızlarsınız, oraya çıkıp yapabildiğinizin en iyisini yapın!”

Kırmızı çerçeveli gözlüklerinin ardından hepimizi izledi ve en sonunda, bakır rengindeki gözlerini üstüme indirdi. “Tatlım, sen Mila olmalısın?"

“Evet,” dedim bir tebessümü dudaklarıma yerleştirirken. “Safir Mila.”

“Ah, evet,” dedi, tebessümünü sürdürürken. “Öyleydi. Bir çoğunuzun isimlerini hatırlıyorum. Senin çıkmana bir süre var, sekizinci sıradasın.”

Nasıl bekleyecektim? Stres ve heyecandan kelimelerim bile ağzıma dolanıyordu. “An... Anladım.”

Ellerini hızla iki yana savurdu. “Telaş yok kızlar. Salon ve konuklar hazır, birkaç dakika sonra isimleriniz sırasıyla seslenilecek. İstediğiniz bir şey var mı?”

Hepimiz bir şeyler istemediğimizi belirttiğimizde muhtemelen otuzlarının başındaki eğitmen bizi rahatlatmak için birkaç şey daha söyledi. Kulaklarım duymuyordu, nabzım hızlanmıştı. Nefes aralıklarım oldukça kısaydı ve dizlerimdeki titremeyi çok net hissediyordum. Sırtımı arkamdaki granit dolaba yaslayarak destek aldığımda, ilk olarak Ebru’nun ismi söylenmiş ve heyecan tufanı resmen başlamıştı. Ebru heyecanla odadan ayrılarak performansını sergilemeye başladığında, sarsılan omuzlarımı durdurmaya çalıştım. Bu şiddetle titremeye devam edersem nasıl dans ederdim?

Lütfen!

İyi bir şeylerin gelişmesine ihtiyacım vardı.

Kızlar benden daha sakin bir şekilde kendi aralarında konuşmaya başladılar ama onlara eşlik edemedim. Sabırsızlıkla, dinmeyen heyecanımla dualar etmeye başladım. Babam, duaların işe yarayacağına inanmış ve bana da inandırmıştı. Bu yüzden Tanrı’ya inanıyordum. Saniyeleri saydım, tırnaklarımı yedim, nefeslerimi kontrol altına almaya çalıştım ama hiçbiri sağlıklı dans etmem için yeterli olmadı.

Ebru döndü, kızlar heyecanla neler yaptığını ve nasıl geçtiğini sordular. Duyu işlevimi kaybetmeye çeyrek kalaydı, kalbimin yırtıkları altında yaşattığım o kız çocuğu da başaramamamdan korkuyor, daha şimdiden üzülmemem için bana yalvarıyordu. Başaramazsam çok üzülecektim ama başarmam için inanmam lazımdı. Bir başka kız gitti, geldi. Sonra başka bir kız gitti, o diğerlerinden daha heyecanlıydı. Terleyen ellerimi çorabımın üstüne sildim. Biraz daha zaman geçti, sanırım zamanın bu kadar yavaşladığını hissetmemin üstünden yıllar geçmişti…  

Sonra ismim seslenildi.

Odadaki diğer kapıdan dışarıya çıktığımda upuzun, karanlık bir koridor beni karşıladı. Yerde canlı kırmızı tonunda bir halı eşlik ediyordu adımlarıma. Koridorun sonundan yükselen ışık gözlerimi kör edecek cinstendi ve o kadar güçlüydü ki adeta yetersizliğimi haykırıyordu.

Parmaklarımın ucunda, her an kanatlanarak uçacakmış gibi yürüdüğüm saniyelerin sonunda ışığın çapı içine girmiş, gözlerimi usulca yummuştum. Ayaklarım yerden kesilmişti, uçar vaziyetteydim. Bir yerden ışık yükseliyor, sağ yanağımı ve kirpiklerimi gölgelendiriyordu. Sahnenin neresindeydim? Artık gözlerimi açmalı mıydım?

Açtım.

Sonra sahneye döndüm.

Tek bir noktadan yayılan ışık haricinde her yer karanlıktı. O ışıkta öyle bir kuvvet vardı ki, gözlerimi kısarak bakmak zorunda kalmıştım. Sahnenin tam ortasında, dikkatlerin birleştiği yerdeydim. Ellerimi bir kez daha çorabıma sildikten sonra gözlerimin karanlığa alıştığını fark ederek bakışlarımı o ışığa bir kez daha dokundurdum.

Işığın altında bir adam vardı.

Ve adamın ışığı emen bir karanlığı vardı.

Onun kim olduğunu görmek isterdim ama bir anda başlayan müziğe kapılarak ellerimi kaldırmaya başladım. Parmak uçlarımda yükselerek bir kolumu zarifçe yukarıya kaldırdım ve yükseldiğim parmaklarımla yan tarafa usulca süzüldüm. Bunu yaparken diğer bacağımı dizimden doğru kırdım ve diğer bacağımın diz kısmına yasladım, hareketlerim birbirini özenle takip ediyordu. Vücudum kıvraktı. Doğduğum günden bu yana bu sahne için yetişmiş gibiydim.

Hızlandım. Parmak uçlarımda, kollarımı ileriye doğru uzatarak geriledim ve acıyan parmak uçlarımı düşünmemeye çalıştım. Hemen sonra kollarımı etrafım boyunca süzdürdüm ve bir ayağımı devre dışı bırakarak tek ayağım üstünde yükseldim, parmaklarıma saplanan dayanılmaz acıyı savuşturdum. Aynı hareketleri zarafetimi asla bozmadan ve estetikliğimi zedelemeden tekrarladım. O bakış tüm bedenimde geziniyordu. Bir bacağımı belime kadar kaldırarak ters bir pozisyonu aldım ve ışığa dönerken bir kez daha gördüm. Simsiyah bir takımın içindeydi. Diğer bacağımı kaldırıp aynı hareketi tekrarlarken bu sefer kravatını gördüm.

Bu sefer ceketinin cebinde değil, gömlek yakasının üstünde; olması gereken yerdeydi.

Ayaklarımı yere daha sağlam basarak bedenimi bir lastik gibi yana doğru kıvırırken artık bitirdiğimi hissediyordum. Parmaklarım kezzap dökülmüş gibi yanıyordu ama bitirmeyi başarmıştım. Bedenimi biraz daha bükerek öne doğru eğildim. Dansımı bir reveransla tamamlayarak gözlerimi yumdum.

Müzik bitti.

Ben de öyle.

Gözlerimi ağırca yumduktan hemen sonra parmak uçlarımda aldığım şekli biraz bozdum ve kollarımın yardımıyla, ileriye doğru zarifçe yürüdüm. Bacaklarımın direnme gücü tükenmeden hemen önce kendimi koridora atmayı başardım. Tüm bedenimi karanlığı sırtlayan duvara yasladım ve umutla fısıldadım. “Yo era capaz.”[2]

Dans ederken aklımı kaybeder gibi hissettiğim başka bir an olmamıştı. Ayaklarımı hâlâ hissetmiyordum. Yanaklarım, tenim alevler içindeydi. Neden böyle olduğunu anlamamıştım. Lakin olabildiğimin en iyisi olmuş, söndürdükleri ışığıma rağmen parlayabilmiştim. Işığım o yabancının gözlerini aldıysa, beni seçer miydi?

Eğitmen kadın gelerek dansımı perde arkasından izlediğini ve çok iyi bir iş çıkardığımı söyledi. Onunla koridordan ayrılarak sahne arkasına geçtiğimizde ağzımı açıp tek kelime bile etmedim. Zemine bastığımdan bile emin değildim. Parmaklarım, kollarım, bacaklarım, eklerim adeta kıvrılmak, süzülmek için can atıyordu.

Diğer kızlarla birlikte beklediğimiz heyecanlı dakikalar boyunca küçüklüğümün yanı başımdaki hayaleti de oldukça sabırsızdı. Benden sonraki iki kız da sunumunu sergilemiş, yanımıza dönmüş ve sonucu beklemeye başlamışlardı. Tırnaklarımı yiyerek olduğum yerde küçüldüm ve dolu gözlerle kapıya baktım. Eğitmen gelecek, aramızdan birini çağıracaktı. Yüzde on gibi bir ihtimalim vardı.

Az sonra odanın kapısı gürültüyle açıldığında dişlerimle eziyet ettiğim dudağımı azat ettim. Eğitmen, yanaklarına doğru yayılmış olan tebessümüyle içeri girdiğinde, sağır edici bir sessizlik oldu. Nefeslerimizi tuttuk.  Kadın gülümsemesini sürdürdü, kaybedenler için üzüntülü ama kazanan için umut yüklüydü bakışları.

Sonra, “Safir Safkan,” dedi aniden. Ruhumun içine hapsolan küçücük Safir’in başını göğsüme bırakarak parlayan gözlerini gözlerime çevirdiğini hissettim. İkimiz de gülümsüyorduk şimdi. “Seçildin!”

Seçildin.

O zemini hiç terk etmeyecek gibi hareketsizleşerek alık alık kadına baktım bir süre. Seçildiğimi söylemişti. Birazcık mutlu olabilirdim değil mi? İleriye doğru bir adım attım ama sersemlediğimi gören eğitmen kolumdan tutarak beni doğrulttu. “Tatlım iyi misin? Kıyamam, nasıl da heyecanlandı.”

Ağladığımı fark etmem iki saniyemi aldı ve yürüyemeyeceğimi anlayan kadın bana yardımcı oldu. “Gidelim ve onunla tanış, Safir.”

Koridora çıktığımızda yine ayaklarımı kaybetmiştim. Parmaklarım dansın ve ayağımdaki ayakkabıların yaptığı sıkışmanın etkisiyle acısını artırmıştı ama zerre umurumda değildi. Uçuyordum, kanatlarımdaki ağırlıktan kurtulmanın rahatlığıyla gevşemiştim ama adımı sorsalar söyleyemezdim. Nereye gidiyorduk. O kimdi? O gözlerin sahibi miydi? Duvarlarımın ardına bir el uzatılmıştı, artık o duvarları renklendirebilir ama duvarların ardından çıkamazdım.

Burası Kimsesizler Matemi’ydi.

Girdiğinizde çıkışa bilet bulamıyordunuz.

Koridoru yürüyerek sahneye ulaştığımızda bulanık gözlerimin önüne bir siluet düştü. Arkası bize dönüktü, ışığın altındaydı. Takım elbisesinin altına gizlenen omuzlarından aşağıya inen geniş sırtı ince beliyle tamamlanıyordu. Ceketin kesiminin altından dar kalçalarını kâfi ölçüde sararak bacakları boyu aşağıya inen kumaş pantolonu göze çarpıyordu. Bileğindeki saatine baktı. Geldiğimizi fark ettiğinde telaşsız bir şekilde bize döndü.

Amber.

Gözlerinin rengi buydu.

Parmaklarını uzattı. Ürktüm, erkeklerle teması sevmezdim. Tutamadığım için beni seçmekten vazgeçer miydi? Korktum. Bu yüzden seğiren parmaklarımı kaldırarak parmakları arasına bıraktığımda, midemin düğümleneceğini ve ellerimi bir daha temizlenemeyeceğini düşündüm. Ancak öyle olmadı. Elim elinin içinde bir gezgin gibi kayboldu, yumuşacıktı ve saten bir kumaşa dokunuyormuş hissi vermişti.

“Hazer Han,” dedi, kulakları uzun süren sessizliğin ardından. “Hazer Han Dalgakıran.”

Konuşma becerimi kazanmak adına yavaşça genzimi temizleyip, “Safir,” dedim, parmakları parmaklarımın arasından geçerek bizi bir resim gibi tamamlarken. “Safir Mila Safkan.”

Gözleri göz bebeklerimi yutarken zihnimin arkalarından bir ses cereyan etti. Şöyle diyordu:

Çıkışa kesilen biletler durmuştur.

Kimsesizler Matemi’ne hoş geldiniz.

 

BÖLÜM SONU.